Bana kalsa Haydarpaşa Garı’nı konser salonu yapardım

Yazar Kadir Toprakkaya

15. yılını kutlayan Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın daimi şefi Sascha Goetzel, beş yıl daha görevinde kalacak. Orkestranın başarısında önemli katkısı olan Viyanalı şefin İstanbul’una tanıklık ettik. Hyatt Oteli’nde başlayıp Cumhuriyet Meyhanesi’nde biten bir günün hikayesi…

Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası (BİFO), bu yıl 15. yaşını kutluyor. Türkiye ’nin en iyi orkestrası olarak kendini kabul ettirmiş durumda. En son Londra’daki BBC Proms festivalinde çalarak Avrupa’ya da adımını attı. Kimi müzik otoritelerine göre dünyanın en iyi 20 orkestrasından biri. Bu başarının arkasındaki isimlerden biri de daimi şefi Sacha Goetzel.
Sacha Goetzel, 2009 yılında sanat yönetmeni olduğu orkestrayı uluslararası düzeye çıkarttı. Viyanalı şef, İstanbul’daki BİFO dinleyicisinin de sevgilisi. Konserlerindeki müzikal kalite kadar sahnedeki performansıyla da sempati toplayan bir isim. Geçtiğimiz günlerde Sascha Goetzel BİFO’yla sözleşmesini yeniledi. Yüzde yüz Viyanalı bu müzik adamı beş yıl daha İstanbul’daki hayatın bir parçası olacak. Bunu vesile bilip onunla buluştuk. Hem BİFO’nun başarısını, 15 yılda nereden nereye geldiğini hem de Viyanalı bir orkestra şefinin İstanbulunu konuşalım istedik. İşte size Sascha Goetzel’in dünyası.

GÜNE HEP AYNI MANZARAYLA BAŞLIYOR
11.30 Grand Hyatt Otel
İstanbul’a geldiğinde hep aynı otelde aynı odada kalıyor. Otelin Executive katındaki küçük süit güzel boğaz manzarasına bakıyor. Sascha Goetzel otelin konforundan, artık kendisini iyi tanıyan çalışanlarından ve Borusan Müzik Evi’nin bulunduğu Beyoğlu’na olan yakınlığından gayet memnun.

“NİŞANTAŞI ŞIKLIĞI ÇOK EĞLENCELİ”
13.00 öğlen yemeği, Delicatessen Nişantaşı
Öğlen yemeği için Borusan yöneticilerinden Sacide Erkman’ın da katılımıyla Nişantaşı’nın bu gözde mekanında buluşuyoruz. Sascha Goetzel için sık sık gelip benzer buluşmalar yaptığı bir yer burası. Menüyü ve ekibi beğeniyor. Atmosferi ise ‘eğlenceli’ buluyor: “Bana ilginç gelen ha bire değişen bir atmosferi olması. Bazen geliyorsun son derece şık, süslü püslü insanlar bazen de gayet sıradan normal insanlarla dolu. Mesela bugün o süper şık günlerinden biri. Farkı hemen hissediyorsun diğerleri mekanın ve zamanın tadını çıkartırken bu insanlar görünmek için burada.”

‘VİYANA’DA BU KULELERİ DİKEMEZSİNİZ”
15.30 Karaköy, vapura biniş
İstanbul manzarasına hayran. Denizi olmayan bir ülkenin denize tutkun çocuğu Sascha Goetzel. Yüzmeyi, dalmayı, tekneye binmeyi seviyor. İstanbul Boğazı için de hayallerinden biri bir gün yüzerek geçmek. Kente ilk geldiği günü unutamıyor. “Bir konser için gelmiştim. Yedi yıl oluyor. Richmond Otel’de kalmıştım ve provadan sonra hiç unutmam Leb-i Derya’da yemek yemiştik. Bahardı ve ben oraya çıktım ve İstanbul körfezini ve Boğaziçi’ni gören o muhteşem manzarayla karşılaştım. Gözlerimi o inanılmaz görüntüden alamıyordum, dilim tutulmuştu. Bu şehre ilk görüşte aşık oldum, kesinlikle böyle.”
Sarayburnu önlerindeyiz ve aşık olduğu bu kentin siluet tartışmaları hakkında onun da söyleyecekleri var. “Avusturya’da tarihi dokuyu delecek büyük yapılar yapamazsınız. Buraya inanamıyorum” diyor 16/9 Kuleleri’ne bakıp. “Bu çok rahatsız edici. Bazı şeyler çok özeldir ve onları değiştirmemeniz gerekir…”
Kadıköy’e yaklaştığımızda ise Haydarpaşa Tren Garı’ndan söz açılıyor. Sascha Goetzel bu yapının büyük hayranı. Bir hayali de burada bir ‘flashmob’ yani sürpriz konser vermek. “Bana kalsa” diyor “hiç tereddütsüz İstanbul’un ana konser salonu olarak burayı seçerdim. Denizin hemen kıyısındaki konumu da harika”.

KALAMAR TAVA OLMALI
16.00 Kadıköy çarşı, balıkçılar
Kadıköy çarşının kalabalığı, sokağa taşan dükkanlar belli ki onu heyecanlandırıyor. “Dünyanın hiçbir yerinde böyle gün boyu taze balık satan bir çarşı yoktur” diyor. Türkiye balıkları içinde en sevdikleri levrek ve lüfer. Bir de kalamar. “Balığı ızgara yiyorum ama kalamar tava olmalı” diyor. Kalamar tava için hemen onunla duygudaşlık kuruyorum. Sonra her yerde her zaman taze kalamar olmadığını konuşuyoruz. Bir İstanbul meraklısı olan babasıyla en çok buna dikkat ettiklerini daha ilk lokmadan kalamarın kendini nasıl ele verdiğini anlatıyor…

FALINDA CARNEGIE HALL ÇIKTI
16.30 Kadıköy çarşı, kahve molası
Kadıköy’de son yılların modası olan sokak kahvecilerinden birine atıyoruz kendimizi. Her ne kadar Türklerden aldıkları rivayet olsa da kahvede bizden çok daha iddialı Viyana’da büyümüş biri; ama Türk kahvesini seviyor. Durumu zorlayıp “Nargile?” diye soruyorum. Belli ki tütünle ve oryantalist hasletlerle pek alakası yok. Avrupa’da çok kolay bulunan bir şey nargile, ama genç Sascha ilk nargilesini New York’ta içmiş. “İlk şefliğimi de orada yapmıştım, benim için ilklerin kenti…” diye hatırlıyor.
Kahvesini bitirince Borusan’dan Yağız Zaimoğlu fal bakma işini üstleniyor. Üç vakte kadar büyük bir turne görüyor fincanda: “Concertgebouw, Carnegie Hall, Viyana Concert Hall…” “Kişisel bir şeyler yok mu?” diye soruyorum, “Bu BİFO falı” diye kestirip atıyorlar.

JAMES BOND KIZ KULESİ VE MASUM KAHRAMANLAR
17.30 Kadıköy İskele, dönüş yolu
Dönüş yine vapurla. Kadıköy iskelesinde ucuz sosisli satan büfelerden konuşuyoruz. Viyana’da tren garı çevresindeki sosisleri hatırlıyor o da. İkimizin de ortak noktası içinde gerçek et olduğundan şüphe duysak da lezzetini unutmamış olmamız.
Boğazın ortalarına geldiğimizde Kız Kulesi’ni görüyor. İstanbul’da en çok merak ettiği yerlerden biriymiş. Orada yemek yiyememiş olduğu için hayıflanıyor. Kız Kulesi muhabbeti bizi Sean Connery’nin oynadığı James Bond filmine götürüyor. Tam bir James Bond tutkunu; Daniel Craig’li yeni Bond’lardan pek memnun değil, “Roger Moore tam bir kazanovaydı, Sean Connery ise biraz şaşkın, farklı bir dokunuş katıyordu maceraya” diye anlatıyor. Bu şaşkınlık önemli. Yüzüklerin Efendisi filmlerinden Wagner operalarına kadar pek çok hikayede tekrar eden masum kahramanları konuşuyoruz. Onların kendilerinden kat kat güçlü kötülüğü yenip insanlığı kurtarmasını herkes için çok anlamlı buluyor.
Limanda bekleyen yolcu gemilerini görünce yaşlandığında böyle uzun bir seyahate çıkmak istediğini anlatıyor. Tıpkı Toscanini gibi açık denizin sessizliğinde kendiyle baş başa kalmayı hayal ediyor. Söylemiyor ama belki de kafasında notaya dökülecek besteler var… Gemilerin hemen arkasındaki İstanbul Modern’i ise pek seviyor. Özellikle müze lokantasında kahvaltı etmeyi…

İSTİKLAL CADDESİ HİP BİR PARTİ GİBİ
18.00 Tünel Meydanı, Lale Plak

İstiklal Caddesi Sascha Goetzel için özel bir yer. Kentte yaptığı yalnız yürüyüşlerin başlangıç noktası. “İstiklal’i farklı mevsimlerde görmek inanılmaz bir tecrübe. Kar yağarken de yürüdüm gölgede 37 dereceyken de… Kalabalığını ve insan çeşitliliğini seviyorum. Türkiye’nin her yerinden insanlar var bu caddede, barlar lokantalar. Hip bir yer ve insanda parti duygusu uyandırıyor.”

Lale Plak’a giriyoruz. Ne de olsa konumuz müzik. Hemen BİFO kayıtlarını soruyor. En yenisi yok, ‘tükendi’ diyorlar ama pek inanmıyor gibi… Eski kayıtlardan ikisiyle poz veriyor. “Bana bir CD önerir misin?” diyorum. Furtwangler kayıtlarına el atıyor hemen. “Çok özel bir şeftir, benim için ideal müzisyen” diyor. Otto Klemperer’in genç bir piyanistken Daniel Barenboim ile yaptığı kayıtları arıyoruz o da yok. Ama bir Mahler 5 buluyor, Leonard Bernstein yönetiminde Viyana Filarmoni kaydı. “Bir bölümü Venedik’te Ölüm filminin müziği olarak bilinir ama aslında bu Mahler’in karısı için yaptığı aşk hakkında bir senfonidir” diyor. Parasını ödeyip, ‘evde hanımla dinleriz’ diye çantaya atıyorum.
ATATÜRK’ÜN ŞEREFİNE
19.00 Cumhuriyet Meyhanesi
Son durak Cumhuriyet Meyhanesi. İşin açıkçası İstanbul’un en iyi mekanlarına gidebilecek ünlü şefin benim talebelik yıllarımda kalmış bu meyhanenin müdavimi olmasını yadırgıyorum. Buraya onu Atatürk sürüklemiş. Atatürk’ün bir zamanlar burada içtiği efsanesinin peşinde geldiği mekanı sevmiş. Sardalya, patlıcan soslu, haydari filan söylüyoruz. Babasıyla geldiklerinde beyin salatası da söylerlermiş. Fikir kimden çıktı fark edemedim ama ilk kadehleri ne müziğe, ne dostluğa ne kadınlara, Atatürk’e kaldırırken buluyorum kendimi. Olur. Biraz sonra tabii ki kızarmış kalamar geliyor; Sascha ile hemen çatalları batırıp ağzımıza atıyoruz ve bir bakışta anlaşıyoruz. Evet, bu kalamar bir harika…

“BİFO DÜNYANIN EN HEYECAN VERİCİ ORKESTRASI OLACAK”

*Geldiğimde çok yetenekli çok enerjik bir grupla karşılaştım. Benim için en güzel şey bu oldu. BİFO hala çok genç bir orkestra. Her orkestranın ortak bir dili, ortak bir konuşma tarzı vardır, olmalıdır. Dünyanın çeşitli yerlerinde yetişmiş müzisyenlerle ilk işimiz bu ortak dili inşa etmek oldu.

*Yaptığımız ilk giriş sınavında perdenin arkasından dinliyorduk ve zemin kalın bir halıyla kaplıydı; gelen kişinin kadın mı erkek mi olduğunu ayak seslerinden anlamayalım diye. Yine de insanlar kimsenin kayrılmayacağından emin olamadıkları için sadece dört beş kişi katılmıştı. Daha sonra yeni bir sınav yaptık ve yirmi kişi katıldı. Böyle artarak devam etti. Şimdi BİFO Birleşik Türkiye Orkestrası gibi, her yerden üyelerimiz var.

*İlk yıllarda salondaki enerjiden insanların dinlemekten yorulduğunu hissederdim. En son konserde mesela 45 dakikadan fazla süren büyük zor bir parçamız vardı. Son notaya kadar dinlediler. Bittiğinde ilk alkış gelene kadar 10 saniyelik bir sessizlik oldu… Ben hep bir aile olduğumuzu söylüyorum, dinleyici de bizim bir parçamız.

*İstanbul için repertuvar yapmak harika çünkü çalınmamış birçok eser var. Her yıl bir ya da iki parçanın İstanbul prömiyerini yapıyoruz. Mesela Mahler 6 dünyanın her yerinde standart repertuvardır ama burada bir ilk. Ya da Haydn’ın Mevsimler’i… İnanılmaz ama böyle.

*Dünyanın en iyi 20 orkestrası arasına girdik ama devam etmek istiyorum, hala potansiyelimizin sınırına ulaşmış değiliz.

*Pek çok festivalden davet alıyoruz ama bizim için şu an önemli olan turneye çıkmak. 2016’da Avrupa’da Viyana, Berlin gibi kentlerde çalacağımız bir turne… Tanınırlığı artırmalıyız. Türkiye’nin en iyi orkestrası olmakla yetinmeyip dünyanın en heyecan verici orkestralarından biri olarak adımızı duyurmamız lazım.

 

RADİKAL / CEM ERCİYES

tourmag turizm dergisi

İLGİLİ HABERLER